Cumartesi, Temmuz 12, 2008

“Üç Temel Yasak”

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin dayandığı üç siyasal prensip vardır. Cumhuriyetçilik, laiklik ve milliyetçilik. Bunlar Cumhuriyet devletinin ideolojik sacayağını oluşturur.” Devlet toplumun gösterdiği rıza doğrultusunda varlığını sürdüren bir yönetim aygıtıdır. Dolayısıyla her devletin halkı tarafından kabul görmüş bir takım temel prensiplerinin olması doğal karşılanmalıdır.

Devletin toplumsal bir mutabakata dayalı bir organizma olduğu varsayılır. Bu varsayım devletin üzerine kurulduğu ve meşruiyetini temellendirdiği prensiplerin de geniş kitleler tarafından özerk bir şekilde gerekli tartışma ve çatışma süreçlerinden geçerek kabul görmesini gerektirir. Ancak toplumla devlet arasındaki ilişkileri ve devletin meşruiyet temelini belirlemesi gereken bu prensipler Türkiye’de daha çok devletin benimsediği düzene yöneltilecek eleştirilere karşı devlet şiddetinin kullanılmasının yasallaştırılması işlevi görürler.

Devlet bu prensipleri her an ülke içinden çıkması muhtemel “iç düşmanlara” karşı adeta bir “meşru müdafaa ” silahı olarak görmektedir. Ayrıca laiklik hususunda olduğu gibi sacayağını oluşturan diğer kavramların hiçbiri de toplum içinde yaygın şekilde oluşmuş bir anlaşma zeminine dayanmamaktadır.Sonuç itibariyle devlet-toplum ilişkilerini şekillendirmesi gereken ve devletin meşruiyet temelinin sınırlarını çizmesi bakımından toplumsal mutabakat gerektiren bu üç prensip Türkiye Cumhuriyeti tarafından tabulaştırılmış “üç temel yasak ” haline gelmiştir.

Tüm bunlara rağmen günümüz Türkiyesi açısından bu üç temel prensibin toplumun çoğunluğu tarafından onay aldığını göz ardı etmemek gerekir. Ancak bu onay toplumsal bir bilincin ifadesi olmaktan ziyade üç temel yasağın yarattığı suskunlukla verilmiş pasif bir onaydır.

Cumhuriyet her türlü siyasal iktidar mevkiine herhangi bir istisna ve sınırlama gözetilmeksizin kişilerin serbest ve genel seçimle seçilebilmeleri rejimidir. Ancak Türkiye’de kendisini rejimin sahibi olarak gören kesimler ve özelde de ordu cumhuriyet rejimini bu şekilde algılamaya pek sıcak bakmamaktadır.“Onlar için cumhuriyet temel siyasal odakların kendilerinin denetiminde olacağı, ikincil siyasal odakların (iktisat örneğin) gerekiyorsa seçimle işbaşına gelmiş güçlere teslim edildiği bir vesayet rejimidir”.

Bu yaklaşım kendilerini rejimin yılmaz savunucuları olarak gören çevrelerin aslında bir tür “monarşik cumhuriyet”i arzuladıklarını gösterir niteliktedir. Bu bakış açısıyla bir takım siyasal odakların kendilerine ırsen tahsis edildiğini düşünmektedirler. Her ne kadar bu anlayış karşısında tüm siyasal yetkinin serbest seçimlerle oluşmuş kurulların belirlemesine bırakılmasını savunan bir muhalif gelenek olsa da özellikle bu gelenek içindeki liberal-muhafazakar eğilimin muhalefette ve iktidardayken sergiledikleri tutum farklılığı, rejimin havarilerine karşı tutarlı bir direniş sergilenmesinin önüne geçmiştir.

Milliyetçilik açısından baktığımızda ise, her vatandaşın benzer hak ve ödevleri olduğunu vurgulayan resmi söylemin aksine uygulamada din ve ırk kıstaslarına göre belirlenmiş iki sınıflı bir vatandaşlık anlayışının tezahür ettiğini görürüz. Bu gayr-ı resmi ancak fiili durum da bize milliyetçilik fikrinin içinin de geleneksel tutum çerçevesinde devletin tanımladığı şekilde doldurulduğunu göstermektedir.

Hakeza laiklik tanımının resmi içeriğiyle gayr-ı resmi ama fiili içeriği arasında da önemli bir farklılık vardır. Hukuki anlamda laiklik dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrım kimsenin dini inanışı yüzünden farklı muameleye maruz kalmayacağı gibi yine hiç kimsenin de herhangi bir ayrıcalığa sahip olamayacağını garanti altına alır. Laikliği tamamlayıcı nitelikte olan bir diğer unsur ise dini prensiplerin kamu yönetimi ilkesi haline getirilemeyeceğidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik uygulamasında ise devlet tüm dini pratikleri denetimi altında tutmakta ve İslami ruhban(!) kesimi devlet bünyesi içine almak suretiyle faaliyet alanlarını daraltıp, gerektiğinde kimi dini prensipleri devletin siyasal meşruiyet ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaktadır. Bu da bize aslında laikliğin Türkiye’de yönetici elitler tarafından dini denetim altına alma ve dilediği gibi yön verme arzusuyla dinin devletleştirilmesi olarak algılandığını gösterir. Cumhuriyet laikliği geleneksel idare mirasına denk düşer biçimde yorumlamış ve Şeyh-ül İslam’ın yerini Başbakana bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı almıştır.

Diğer yandan devletin bu tutumu İslamcı çevrelerde devletin dini sahiplenmesi yahut devletin dininin İslam olduğu şeklinde algılanmış ve zorunlu din dersi, zinanın yasaklanması gibi bazı konularda devletin dini bir tutum sergilemesi arzulanır olmuştur. Laiklikle pek bağdaşmayacak bu önerilerin toplumda beklenti yaratması ve devletin de bu yönde kimi politikalar yürütmesi aslında Laikliğin ülkemizdeki çarpık yorumunu gözler önüne sermesi bakımından yeterlidir.

Bu bağlamda Türkiye’deki laiklik yorumundan şikayetçi olan İslamcıların da aynı şekilde kişilerin kendi seçimlerine terk edilmiş ve vicdan hürriyeti kapsamında garanti altına alınmış alanlara İslami gerekler doğrultusunda müdahale edilmesini istemeleri laiklik kavramının özüne ters düşmektedir.

Bu çıkmaz İslamcıların laiklik noktasında tutarlı bir tez geliştirmelerini engellediği gibi toplumdaki diğer katmanlar nezdinde İslamcıların sisteme dair şikayetlerinin de anlamsızlaşmasına yol açmaktadır.

Hiç yorum yok: