Cumartesi, Temmuz 19, 2008

ölüm...


ölüm ki aklımı kemiren bir kurt
döner ha döner beynimin içinde...
çırpınmak nafile, yok onsuz bir yurt
hep o var, her filmin son sahnesinde...

15 temmuz 2008
islambey

küçük kıyamet...

ölünce dinermiş
ruhumdaki fırtına
med-cezirler bitermiş...
herşey aslına dönüp,
mecraını bulunca
sürgündeki kargaşa
nihayete erermiş...

bilemeden kıymeti
ziynet niyetine eğer
taşıdıysan nimeti
ansızın gelirmiş
sükûnet saati
ve koparmış kişinin
küçük kıyameti...

15 temmuz 2008
islambey

içimdeki hara...



bir yıldız gibi usulca
gökten kaybolmak
yahut kaçmak her şeyden
biteviye ve mahzun
ansızın bir yalan gibi
semaya savrulmak
meleklerle omuz omuza
yağmur olup yağmak…

kapılarını açtım
içimdeki haranın
atlarım özgür şimdi
başıboş koşturmakta
maviye hasret kalmış
deli taylar gibi,
katıp önüne rüzgarı
ufka doğru kaçmakta…

her nal yüreğimde
bir yaraya basmakta
bastıkça her anıdan
etrafa umutsuzca
bir ahh savrulmakta…
çaresiz eyvahlarım
keşkeler dudağımda
itidal çekip gitmiş
akl-ı selim firarda…

kulağında çınlayan
bu naçar kalmış ahlar
sayısız günahımın
fidyesi olsa keşke
giriftlerim gibi
ahlarım da gün gelip
bir atın terkisinde
o köprüden geçerken
“işte emanetin” der gibi
önüme düşmese keşke…

bedeli var elbette
yaptığım her hatanın
yargısız infaz etme
zira hikayesi var
açtığım her yaranın…
bilirsin hiç bitmediğini
bendeki bu saranın
dur hemen yüz çevirme
isteğim az da olsa
silinmesi alnımdaki karanın
yetmese de aklanmama
istifra edilmesi
bu asırlık safranın
bir nebze olsun
bırak da
mutmain olayım…

sakın sanmayasın ki
unutturmak her şeyi
ve affettirmek amacım
bil ki hiç yaşamadım
neresinden dönersen
kardır diye zararın
ki zaten farkındayım
hangi köşeyi dönsem
karşımda alaca bir at
ve ben zarardayım…

sen de sıyrıl gel artık
güneşten, aş geceyi,
gir düşüme, arındır
bir ışık gibi
boğmadan bu keşkeler
beni…
ve yakmadan
hükümsüzce tüm
iyi niyetlerimi…

20 temmuz 2008
islambey

Pazar, Temmuz 13, 2008

siyah gözlerinden elmas yapmışlar...



ateş yutar çocuklar,
kan ve barut…
ölüm “ölü”mü kovalar…

işinin ehli marangoz,
“abi birinci kalite bu tabut”

yahut;

koca koca adamlar,
allı pullu kadınlar,
zümrüt ve yakut…

samimiyetini yitirmiş,
safiyeti asimile etmekte
mahir bir tezgahtar,
“abla som altından
işlemeli bu anahtar”

hanım abla mağrur
“inşallah cennetin
kapısını da açar…”

umut, umut, umut…

bizim ruhumuz köleleşmiş
zeytin gözlü çocuk…
senin bedenin…

bırak, siyah gözlerinden
elmas yapsınlar…
baklava çaldın diye
darağacına assınlar…
üç gün üç gece,
ardından bakıp,
fırsat buldukça magazinden
kaşlarını çatsınlar…

dedim ya çocuk,
bırak oturdukları yerden
yaftalasınlar…
sadaka niyetine yardım yapsınlar
eş dost sohbetinde
caka satsınlar…

sakın bel bağlama,
markadan gayrısını
başına bağlamayan
o modern ablalara
ve onların
cüzdan niyetine
yanında taşıdıkları
“pirezantabıl”
adamlara…

inan, yakardım
bu şehri çocuk…
hiç yüksünmeden,
hem de hiç gocunmadan…
olmasaydı o siyahtan da
siyah gözlerin…
zalimleri kudurtan o
engin merhametin…

her şeye rağmen,
“güzel günler göreceğiz”
dedin ya…
helal olsun sana,
helal olsun imanına
be çocuk…

adın teröriste çıkmadan
çekip gitmelisin…
ve bilmelisin ki…
kazanan sensin aslında
kaybeden biz…
rab katına çıkınca
taşımak için senden bir iz
kalbindeki imandan
bana da verirsen,
kanım helaldir sana,
canım feda, ey! Aziz!

umut, umut, umut…

hal böyle çocuk,
sen yine de
umudunu sıkı tut!
Unut bizi çocuk
Unut!
Rabbim bizi uyutmadan,
Sen bizi unut!

14 temmuz 2008
islambey

Sayın Bayım!

Sayın bayım,
Hayır! Siz daha iyi bilemezsiniz!
Reel-politik uğruna, adi bir denklemin,
Kıytırık bir bilinmeyeni,
Olmayacağız biz…

Bizler gıyabi cenaze namazı
Kılmaya devam edeceğiz
En azından…

Ehven-i şer sanmayın, sayın bayım!
Bizimkisi saf tutma telaşı sadece…
Her el, sıktığı eli bildirir elbet bir gün!
Varın, gerisini siz düşünün!

Bu arada kusura bakmayın,
Kıyafetim “pirezantabıl” olmayabilir!
Kravatımı unutmadım! Hayır!
Ben sadece sizin kabileden değilim,
Hepsi o kadar!

25 mayıs 2008
islambey

Cumartesi, Temmuz 12, 2008

umut...

umut fakirin ekmeği
demiş gureba...
biz şimdi ne zenginiz
ne de fukara...

21 eylül 2005
ankara

sürgün...

cennetten sürülmüş
cehennemi bir narsın
artar eksilmez kederin
yaşadıkça yanarsın
ne başkasına yarsın
ne kendine yarsın
her tükenişinde
bir kez daha anlarsın
bu fani konuklukta
anlaşıldığın kadarsın

25 ekim 2005
Eyüpsultan

kar...

İstanbul'a kar yağıyor, sen yoksun
ne yapsın bu yoksul senden yoksun…

14 şubat 2005
Eyüpsultan

çoğul monolog...

Bari sen anla
Niçin kaçtığımı…
Anlamasan da
Hoş gör yalnızlığımı…

-böyle yaşanır mı (?) da ne demek…
peki söylesene,
sence yaşam ne demek…

-hiç sormadın demek kendine…
rüzgara mağlup yapraklardan
düşünmedin farkın ne…

öyleyse nedir derdin benimle
kurtarmaya geldin belki de…

boş ver beni
boş ver dediklerimi…
sen devam et
kaldığın yerden
sahte yaşamlarla
sahte yaşam mücadelesine…

21 aralık 2005
Ankara

farkında mısın...


giderek vazgeçilmezim
oluyosun
farkında mısın...
hergün biraz daha
bağlanıyorum...
oysa sen bu sevdada
taraf bile değilsin
terazinin her yanında
ben varım...
yıkıkken yokluğunda
hep bir yanım
denk gelmez bir yarıma
diğer yarım...

süregelen bir hazandır
yaşadığım
biteviye bir
yaprak dökümü...
asi rüzgarlara teslim
bir sevda...
sürüklendiğim
hep sensin
farkında mısın...

8 aralık 2005
eyüpsultan

a'raf...

bir yıldız daha kaydı semadan
bizim gibi hiç umursanmadan

bir bulut içini döktü arza
hüznümüzle titrerken arş-ı ala

uzaklarda bir çocuk hıçkırdı
hıçkırığına boğuldu dünya

oturup hayatın kıyısına
çektik vicdanımızı sorguya

derken kapıldık biz de hazana
öylece kalakaldık a'raf'ta

5 mayıs 2005
Ankara

bozkır ıslığı...

Benimki okyanusa kayıkla çıkmak gibi,
Hayat hep çelişki getirmekte beraberinde.
Ne çok şeyi değiştirecekken belki de,
Şimdi yaşamın kıyısındayım sükut içinde.
Kimseye değmesin hüznüm diye,
Gülümsüyorum acizce herkese...

Hatırlanmak istiyorum, unutarak
Hatırlanmanın önce unutulmak olduğunu...
Derken, bir bozkır ıslığı fısıldıyor,
-Beceremiyorsan çek git diye
Ve unutma diyor
Sen isteyerek geldin bu hale!

7 aralık 2004
Ankara

menzile dair...

bir menzil umudu var mı ırakta
hayat bir çöl de biz serapta mıyız
tam da belirmişken zafer ufukta
niçin yaklaştıkça kaybolmaktayız

29 mart 2005
Ankara

hüzün nameleri...

I
Geçtiğim yerleri sarsan hayallerim yok artık
Hepsini hüzne sattım dün gece
Anlat açılırsın diyorlar bana
Kendimden sakladıklarımı nasıl diyeyim size

II
Yenilmeye mahkum bir çocuk gibiyim
Kaybolmuşum zifir karanlıklarda
Belki her şeyi bırakıp kaçmalıyım
Hüznüm miras kalmalı yarınlara

III
Yarım kalmış bir şiir gibiyim şu hayatta
Yalnız hüzünlerim dimdik ayakta

5 kasım 2004
Ankara

ve sair...

hiçbir acı sonsuza değin sürmez
yoksa nasıl yaşardı bunca şair
demek ki yok aslında vazgeçilmez
varolan hüzün gözyaşı ve sair...

1 mart 2005
Ankara

son kale...

hele bir perdeyi çek de
aç pencereni, gör
sahte zaferleriyle mağrur
insan selini...

suratlarında mütebessim
maskeleri, kararmış kalpleriyle
gelirler seni de ikna etmeye;
unutma sen son kalesin
düşmeyecek direneceksin!

bil ki sen gidersen
bir daha yağmayacak
yağmur meleklerle
ve Habil'in tüm çocukları
çekip gidecekler
bir daha hiç
gelmemecesine…

14 nisan 2005
Ankara

Olağanüstü Durumu Sürekli Kılmak

Kemalizm olağanüstü hal yaratarak topluma reform empoze etmeyi benimsemiştir. Kemalist paradigmada bunun adı “inkılapçılık” tır. Kemalizm, önce toplumda yaygın bir talep hareketi yaratıp, ardından bu talebi uygulamaya sokmak gibi bir yöntemden ürker. Bunun sebebi Kemalizm’in toplumun zihnine devletten toplu bir şekilde bir şey talep edebileceği fikrinin düşmesini istemeyişidir. Eleştiri ve karşı görüş süzgecinden geçerek, çoğulculuk içinde kabul edilen toplumsal değişiklikleri hoş karşılamaz.

Ayrıca Kemalizm, güdülen amaç yönünden tutarlı olmakla beraber mantıken pek de tutarlı olmayan bir yaklaşımı da içinde barındırır. Kemalizm önerdiği inkılapların toplum tarafından bütünüyle benimsenmesini arzulamaz. Çünkü böyle bir durumda iktidarının meşruiyetinin tükeneceğini bilir. Zira Kemalizm’i ayakta tutan da, inkılapların benimsenmediği bahanesiyle olağanüstü durumu sürekli kılmaktır. Bu suretle müdahale imkanını her daim umdesinde bulundurabilecektir. Yani Kemalizm sistem içinde düşmanlar icat edip bunlarla mücadeleye girişerek sistemin ayakta kalmasını sağlamaya çalışır. Kemalizm’in bizzat kendisi bunalımın yaratıcısıdır. Gerginlikten beslenen tüm ideolojilerde olduğu gibi sistemin ayakta kalması bu gerginliğin beslenmesine bağlıdır.

Özetle Kemalizm kendi “öcü”sünü kendi yaratarak ve yine kendi kontrolünde palazlanan bu “öcü”nün yarattığı siyasal gerilimden beslenerek topluma müdahale yolunu meşru kılmakta ve toplumsal denetimi garanti altına almaktadır. Bu çift taraflı gerilim var olduğu sürece Türkiye’de gerçek anlamda bir rejim tartışmasına hiçbir siyasi grup giremeyecek ve bu suskunluk bunalımın giderek daha da kronikleşmesine yol açacaktır.

“Üç Temel Yasak”

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin dayandığı üç siyasal prensip vardır. Cumhuriyetçilik, laiklik ve milliyetçilik. Bunlar Cumhuriyet devletinin ideolojik sacayağını oluşturur.” Devlet toplumun gösterdiği rıza doğrultusunda varlığını sürdüren bir yönetim aygıtıdır. Dolayısıyla her devletin halkı tarafından kabul görmüş bir takım temel prensiplerinin olması doğal karşılanmalıdır.

Devletin toplumsal bir mutabakata dayalı bir organizma olduğu varsayılır. Bu varsayım devletin üzerine kurulduğu ve meşruiyetini temellendirdiği prensiplerin de geniş kitleler tarafından özerk bir şekilde gerekli tartışma ve çatışma süreçlerinden geçerek kabul görmesini gerektirir. Ancak toplumla devlet arasındaki ilişkileri ve devletin meşruiyet temelini belirlemesi gereken bu prensipler Türkiye’de daha çok devletin benimsediği düzene yöneltilecek eleştirilere karşı devlet şiddetinin kullanılmasının yasallaştırılması işlevi görürler.

Devlet bu prensipleri her an ülke içinden çıkması muhtemel “iç düşmanlara” karşı adeta bir “meşru müdafaa ” silahı olarak görmektedir. Ayrıca laiklik hususunda olduğu gibi sacayağını oluşturan diğer kavramların hiçbiri de toplum içinde yaygın şekilde oluşmuş bir anlaşma zeminine dayanmamaktadır.Sonuç itibariyle devlet-toplum ilişkilerini şekillendirmesi gereken ve devletin meşruiyet temelinin sınırlarını çizmesi bakımından toplumsal mutabakat gerektiren bu üç prensip Türkiye Cumhuriyeti tarafından tabulaştırılmış “üç temel yasak ” haline gelmiştir.

Tüm bunlara rağmen günümüz Türkiyesi açısından bu üç temel prensibin toplumun çoğunluğu tarafından onay aldığını göz ardı etmemek gerekir. Ancak bu onay toplumsal bir bilincin ifadesi olmaktan ziyade üç temel yasağın yarattığı suskunlukla verilmiş pasif bir onaydır.

Cumhuriyet her türlü siyasal iktidar mevkiine herhangi bir istisna ve sınırlama gözetilmeksizin kişilerin serbest ve genel seçimle seçilebilmeleri rejimidir. Ancak Türkiye’de kendisini rejimin sahibi olarak gören kesimler ve özelde de ordu cumhuriyet rejimini bu şekilde algılamaya pek sıcak bakmamaktadır.“Onlar için cumhuriyet temel siyasal odakların kendilerinin denetiminde olacağı, ikincil siyasal odakların (iktisat örneğin) gerekiyorsa seçimle işbaşına gelmiş güçlere teslim edildiği bir vesayet rejimidir”.

Bu yaklaşım kendilerini rejimin yılmaz savunucuları olarak gören çevrelerin aslında bir tür “monarşik cumhuriyet”i arzuladıklarını gösterir niteliktedir. Bu bakış açısıyla bir takım siyasal odakların kendilerine ırsen tahsis edildiğini düşünmektedirler. Her ne kadar bu anlayış karşısında tüm siyasal yetkinin serbest seçimlerle oluşmuş kurulların belirlemesine bırakılmasını savunan bir muhalif gelenek olsa da özellikle bu gelenek içindeki liberal-muhafazakar eğilimin muhalefette ve iktidardayken sergiledikleri tutum farklılığı, rejimin havarilerine karşı tutarlı bir direniş sergilenmesinin önüne geçmiştir.

Milliyetçilik açısından baktığımızda ise, her vatandaşın benzer hak ve ödevleri olduğunu vurgulayan resmi söylemin aksine uygulamada din ve ırk kıstaslarına göre belirlenmiş iki sınıflı bir vatandaşlık anlayışının tezahür ettiğini görürüz. Bu gayr-ı resmi ancak fiili durum da bize milliyetçilik fikrinin içinin de geleneksel tutum çerçevesinde devletin tanımladığı şekilde doldurulduğunu göstermektedir.

Hakeza laiklik tanımının resmi içeriğiyle gayr-ı resmi ama fiili içeriği arasında da önemli bir farklılık vardır. Hukuki anlamda laiklik dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrım kimsenin dini inanışı yüzünden farklı muameleye maruz kalmayacağı gibi yine hiç kimsenin de herhangi bir ayrıcalığa sahip olamayacağını garanti altına alır. Laikliği tamamlayıcı nitelikte olan bir diğer unsur ise dini prensiplerin kamu yönetimi ilkesi haline getirilemeyeceğidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik uygulamasında ise devlet tüm dini pratikleri denetimi altında tutmakta ve İslami ruhban(!) kesimi devlet bünyesi içine almak suretiyle faaliyet alanlarını daraltıp, gerektiğinde kimi dini prensipleri devletin siyasal meşruiyet ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaktadır. Bu da bize aslında laikliğin Türkiye’de yönetici elitler tarafından dini denetim altına alma ve dilediği gibi yön verme arzusuyla dinin devletleştirilmesi olarak algılandığını gösterir. Cumhuriyet laikliği geleneksel idare mirasına denk düşer biçimde yorumlamış ve Şeyh-ül İslam’ın yerini Başbakana bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı almıştır.

Diğer yandan devletin bu tutumu İslamcı çevrelerde devletin dini sahiplenmesi yahut devletin dininin İslam olduğu şeklinde algılanmış ve zorunlu din dersi, zinanın yasaklanması gibi bazı konularda devletin dini bir tutum sergilemesi arzulanır olmuştur. Laiklikle pek bağdaşmayacak bu önerilerin toplumda beklenti yaratması ve devletin de bu yönde kimi politikalar yürütmesi aslında Laikliğin ülkemizdeki çarpık yorumunu gözler önüne sermesi bakımından yeterlidir.

Bu bağlamda Türkiye’deki laiklik yorumundan şikayetçi olan İslamcıların da aynı şekilde kişilerin kendi seçimlerine terk edilmiş ve vicdan hürriyeti kapsamında garanti altına alınmış alanlara İslami gerekler doğrultusunda müdahale edilmesini istemeleri laiklik kavramının özüne ters düşmektedir.

Bu çıkmaz İslamcıların laiklik noktasında tutarlı bir tez geliştirmelerini engellediği gibi toplumdaki diğer katmanlar nezdinde İslamcıların sisteme dair şikayetlerinin de anlamsızlaşmasına yol açmaktadır.

Laiklik Muamması

Batı demokrasilerine baktığımızda demokratik bir toplumda laikliğin tanımı konusunda var olması gereken toplumsal mutabakatın herhangi bir noktasının yeniden tartışılır olmasının pek gerginlik yaratmadığını görürüz. Ancak söz konusu kavramın tartışmaya açıldığı ülke Türkiye olduğunda durum farklılık gösterir ve laiklik tanımının en ufak bir eleştiriye dahi maruz kalmasından rahatsızlık duyan bu oldukça hassas çevreler adeta bir kaşık suda fırtına kopararak rejimin tehlikeye düşeceğinden dem vurup zaman zaman "zinde güçleri", cumhuriyeti ve demokrasiyi korumaya çağırırlar.

Türkiye’de laikliğin bu denli dokunulmaz, hikmetinden sual olunmaz bir mesele olarak addedilmesinin ardında, laikliğin kaynağı ve tarifinin toplum içinde gelişen bir süreç içinde kabul görmemiş olup, asırlardan beri kanıksanmış otoriter yönetim zihniyeti çerçevesinde bir toplumsal mutabakatın(!) dayatılması neticesinde kerhen benimsenmiş olması yatmaktadır. Bu anlamda toplumun genelinde bir konsensüsün oluşmadığını düşünerek laiklik kavramı üzerinden sistemi eleştiren çevreler ise adeta bir "devlet terörü"ne maruz bırakılmaktadırlar. Cumhuriyet tarihi boyunca devletin cebre dayalı yüzüyle daha sık karşı karşıya kalmış olan sol çevreler ise söz konusu laiklik olduğu zaman devletin laiklik yorumunu onaylamakla kalmayıp bu yoruma aykırı buldukları pratikleri yeri geldiğinde devlete "ispiyonlayarak" statükonun yanında yer almışlardır.

Sol cenahta hakim olan bu yaklaşıma göre laiklik konusu sadece dinle ilgili bir sorundur dolayısıyla da dindarları ilgilendirmektedir. Hal böyle olunca laiklik üzerinden yürütülen tartışmalarda dindar çevreler tekel konumuna gelmiş ve kendi ihdaslarındaki bu alanda doğan mağduriyetten(!) siyasi rant elde etmenin cazibesine kapılmışlardır.

Bir tarafta laikliği adeta bir tabu olarak gören ve dokunulmaz ilan eden resmi söylem diğer tarafta ise bu alandaki anlaşmazlıktan doğan mağduriyeti siyasi çıkara çevirmekte oldukça mahir bir liberal-muhafazakar-dindar çevre yer aldığı sürece laiklik Türkiye’de kısır bir döngü içinde tartışılıyormuş,savunuluyormuş veya eleştiriliyormuş gibi yapılan bir muamma olarak kalacaktır
.

İnsan Neden Günlük Tutmak İster Ki ?

İnsan neden günlük tutmak ister ki? Neden… ben neden defalarca niyetlenmeme rağmen en uzunu iki üç haftayı geçmeyen nitelikte süreklilik arz etmeyen günlüklerle yetinmek zorunda kaldım…

Evet neden günlük… belki yalnızlığı yenmek için… ama sadece yalnızlar yazmıyor ki… kalabalıklar içinde yalnız kalma korkusu dediğinizi duyar gibiyim… hem klişe hem de bence yeterli değil… herhalde doğrusu duvarlarla konuşup deli zannedilmektense yazma yolunu seçerek içimizde büyütüp dışa vurmaktan çekindiklerimizi bir şekilde aktararak rahatlamak…ne de olsa delilikten daha entelektüel bir uğraş…

Bir tür ifrazat günlük tutmak… bir tür kaçış… insan hep bir şeylerden kaçıp kurtulmak ister ya…aslında kaçması gereken kendisidir…günlük tutmak da bu işlevi görür esasında… uzaktan içinde olduğunuz bir resme kayıtsızca endişelenmeden bakmak… aa bu ben miyim demek mesela… insan düşünme yetisiyle diğerlerinden ayrılır ve bunu kendisini soyutlama yoluyla kendi varlığının farkına vararak yapar…

Günlük bahsi her aklıma düşüp de iştahım kabardığı zaman aklıma Kafka gelir…eserlerini dostunun ihaneti neticesinde okuyabildiğimiz insan… içimde ağır basan görüş keşke Kafka bu ihanete uğramasaydı diyor…evet belki o zaman onu kimse tanımayacaktı…ama zaten o da tanınmak istememişti ki…yazdıkları ancak onun iradesi dahilinde kullanılmalıydı…aksi takdirde bir insana yapılabilecek en ciddi ihanetlerden birine maruz kalınmış demektir…yazdıklarımız bizim birer parçamızdır artık…bizim ürettiklerimizdir ve bizden izler taşırlar…onlar doğurganlığımızın kanıtıdır…

18 şubat 2008
eyüpsultan

Ahmed Muhiddin ve Kültür Hareketi Üzerine Bir İnceleme (5)

Genel Bir Değerlendirme

Kendilerine ihtisas alanı olarak doğuyu ve doğu toplumlarını seçen birçok oryantalistin içine düştüğü önyargılı tutum ve doğuyu tanımaksızın yaptıkları incelemeler Ahmed Muhiddin’i bu aydın grubuna karşı temkinli davranmaya itmiştir. Netice itibariyle tezinin amacı da bu önyargılarla dolu ve bilinçsiz yaklaşımları bertaraf edebilmek ve yaşanan kültür hareketi çerçevesinde yaşanan gelişmelerden batıyı haberdar etmektir.

Ahmed Muhiddin’in kültür alanındaki dönüşümü ve bu dönüşümün arka planındaki itici güç ve taşıyıcı unsurları keşfetmek için anahtar kavram olarak şiiri seçmesi ilk bakışta bir batılı için tuhaf gelebilir. Zira şiir doğunun anlam dünyasında batıdakinden çok daha büyük bir anlam ifade etmektedir. İslam toplumlarında tasavvuf genel itibariyle bilgi ve hikmetin taşıyıcısı olmuş ve bunu yaparken de araç olarak şiiri kullanmıştır. Hakeza Ahmed Muhiddin de tezinde buna dikkat çekerek; Batı’daki anlamda sistematize olmuş bir felsefe anlayışının Türklerde olmayışının hikmet ve bilgi arayışı içinde olunmadığına işaret etmeyeceğini, felsefenin yerini doğuda şiirin tuttuğunu ve dolayısıyla batıda felsefe yoluyla yaşanan dönüşümün doğuda şiir vesilesiyle ve onun önderliğinde gerçekleşeceğini belirtiyor. Ve bu nispetle şiiri oldukça önemsiyor. Kültürel dönüşümün ipuçlarını dönem şiiri ve şairlerinde arıyor. Tezinde özellikle kültür hareketine verdikleri yön sebebiyle önemli katkıları olduğunu düşündüğü Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Mehmed Emin ve Mehmed Akif gibi isimlere genişçe yer veriyor.

Ahmed Muhiddin’in önem verdiği bir diğer mevzu ise gelişim halinde olduğunu söylediği kültür hareketinde yaşanan batı etkisine olduğundan fazla önem atfedilmesi ve etkisinin abartılmasıdır. Zira Ahmed Muhiddin dönüşümde dahili nedenlerin öncelikli olduğunun altını defaatle çiziyor.

Batı karşısında hissedilen yenilginin etkisiyle kültür hareketini oluşturan unsurlar evvela kendi iç dinamiklerine yöneliyor ancak batı kaynaklarının istifadeye açılmasıyla batı etkisi altına giren hareket Batıcılıkla bir kırılma yaşadıktan sonra Milliyetçilik ve Reformasyon akımı vesilesiyle kendi mecrasında akmaya devam etmiştir.

Ahmed Muhiddin ve Kültür Hareketi Üzerine Bir İnceleme (4)

Reformasyon Akımı

Milliyetçiliğin nihai meselesi siyasi iken Reformasyon akımı için din temel mesele ve bizatihi amaçtır. Milliyetçilik dini milli ihtiyaçlara göre şekillendirmek isterken Reformasyon akımı ise milli hayatı dine göre şekillendirmek istemektedir.
Milliyetçilik uygulamaya koymayı düşündüğü din politikası ile devletin kanunlarına şeriat kanunlarının eski gücünü vermeyi hedeflerken, Reformasyon akımı ise devletin kanunlarının İslami temellerden çıkarmasını talep etmektedir. Bu suretle dinin gücünü yeniden ikame etme arzusundadırlar.

Reformasyon akımı dinin tehlikeye düşürülmesinin müsebbibi olarak gördüğü Batıcılıkla mücadelesinin yanı sıra Batıcılıktan neşet ettiğini düşündüğü Milliyetçilikle de mücadele etmek zorunda kalmıştır. İslam birliğini muhafaza etme gayesinde olan Reformasyon akımı mezhepleri birleştirmek suretiyle yaşanan ayrılığı da nihayete erdirmek istemektedir.

Reformasyon akımı Tarihi İslam’ı reddederek İslam’daki dünya tasvirinin aslında dünya hayatını küçümsemekten ziyade önemsediğine atıfta bulunmaktadır. İslamiyet’in insanın tekamülünü esas aldığını belirterek Tarihi İslam’ın sebep olduğunu düşündüğü bezginlikten kurtulmayı hedeflemektedir.

Milliyetçilik batı kültürünü onaylar ve onun üstünlüğünü kabul eder. Türklüğün batı medeniyetinin esaslarını takip ederek aynı gelişmeye sahip olmasını, ancak bu gelişmenin milli-Türk tarihine dayandırılması gerektiği görüşündedir. Bu bir nev’i batının şekli bir onaylamasıdır. Milliyetçilerin Batıcılık karşıtlığı batı kültürünün şekline değil muhtevasına yöneliktir. Reformasyon ise batı kültürünü temelden inkar etmekte ve esas olarak ahlaki yönden üstünlüğünü kabul etmemektedir.
Reformasyon akımına göre yapılması gereken batı kültürünün İslam-Türk kültürüne intibak ettirilmesi, bu kültürün kendi prensip ve anlayışlarının egemenliği altına sokulmasıdır. Burada salt taklit değil, yaratıcı bir fikri faaliyetin hakim olması gerekmektedir.

Milliyetçi din anlayışı ve Milliyetçi din politikası İslam idealine uymamaktadır. Hilafet ve İslam birliği fikri Milliyetçi akımın etkisiyle tehlikeye düşmüştür. Bu bağlamda Kavmiyetçiliğe en büyük saldırı Akif’ten gelmekte ve Akif Kavmiyetçiliği İslam’ın başına gelen en son musibet olarak nitelendirmektedir.
Reformasyon akımı Batıcılık karşıtlığının bir neticesi olarak Parlamentarizm fikrine de karşıdır. Bunun yerine meşruti monarşi fikrini benimsemektedir. Zira bu sistemin İslami ideallere daha uygun olduğunu düşünmektedir.

Ahmed Muhiddin ve Kültür Hareketi Üzerine Bir İnceleme (3)

Milliyetçilik

Gayr-i Müslim unsurların ve daha Balkan Harbi esnasında Türklerin karşısına otonomi talepleriyle çıkan Müslüman Arapların tavrı, yaşanan mağlubiyet psikolojisini adeta katmerlemiş ve hayal kırıklığını son haddine çıkarmıştır. Herkes tarafından terk edildiği hissine kapılan Türkler, bu büyük yalnızlık içinde asıl kendi kendilerini terk ettiklerinin farkına vararak milliyetçiliğe sarılmışlardır.

Hayatta, dilde ve edebiyatta milli olanın vurgulanması ise Milliyetçiliğin ortaya çıkışından çok daha öncesine denk düşmektedir. Ziya Paşa ve Şemseddin Sami’nin bu alandaki çalışmaları 19. yüzyılın sonlarına kadar götürülebilmektedir.
Milliyetçilik Batıcılıkla kesintiye uğramış gözüken kültür hareketinin devamı niteliğindedir. Batıcılıktan göze çarpan en önemli farkı ise batıyı şuursuz bir şekilde taklit etmekten ziyade onun metotlarını benimsemekle beraber Batıcılığa karşı bağımsız bir tavır almasıdır.

Milliyetçilik kültür hareketinin başında muhtevasında bulunmayan Türk düşüncesinden hareketle bölünen kültür hareketini bir senteze ulaştırmaya yönelen ilk denemedir. Ziya Gökalp’in Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak olarak formüle ettiği bu senteze asıl yön veren Türkleşmektir. Diğer ikisi ise ancak buna tabidirler. “Türkleşmek, milli özgüvenin, milli zihniyetin benimsenmesi, kültür hayatına milli fikirlerin nüfuz etmesi ve Türk zihninin yabancı halk ve kültürlerin tesirinden kurtulmasıdır.”

Muasırlaşma fikri ise taklitten uzak, yaratıcı ve salt milli kültürü talep eden Milliyetçiliğin batının adi bir kopyası olamayacağını idealize etmektedir.
Cemaat-cemiyet ayrımına giden Milliyetçilik, sanat, din, adet ve ahlak gibi cemaat kültürünün de kendine has, tabii ve milli olduğu düşüncesinden hareketle bunların bir medeniyetin içine girilmedikçe taklit edilemeyeceğini savunmaktadır. Ancak ilim, iktisat ve teknik gibi cemiyet kültürünün ise milliyet üstü olduğunu belirterek cemiyet kültürünün alınabileceğini kabul etmektedir. Manevi ihtiyaçlar gayeler ise kendi din ve milliyetimizden oluşturulmalı ve batıdan alınmamalıdır. Reformasyon akımı da bunu benimsemiştir.

Gerek Milliyetçilik gerekse Reformasyon akımının hemfikir oldukları bazı noktalar bulunmaktadır. Her iki akım da ahlaki bakış açısını ön planda tutmaktadır. Her iki akım da Tarihi İslam’ı reddederek Asr-ı Saadet İslam’ına dönülmesini teklif etmektedir. Ancak Milliyetçiler Tarihi İslam’ı artık geçerliliği kalmadığı için reddederken Reformasyon akımı ise gerçek İslam’dan uzaklaşıldığı için reddetmektedir. Ayrıca her iki akım da şeriatın günümüz için geçerliliğini yitirdiğini düşünerek içtihat serbestisini talep etmektedir.

Milliyetçilik yeni devletin, devleti dinden ayırma yönündeki çabalarının başarıya ulaşmasını kendisine vazife olarak kabul etmiştir. Milliyetçi yaklaşım kendisini İslam zeminine yerleştirmekle beraber İslam’ı batı metotlarıyla uyumlu olarak Milli ihtiyaçlara cevap verecek şekilde şekillendirmek arzusundadırlar. Bu bağlamda Milliyetçiler Şeyhülislamlık makamının sadece dini eğitimle ilgilenmesini talep etmektedirler.

Milliyetçiliğin milli ideali Türklük iken enternasyonal ideali ise İslam’dır.

Ahmed Muhiddin ve Kültür Hareketi Üzerine Bir İnceleme (2)

Batıcılık

Batı kaynaklarının istifadeye açılmasıyla sahip oldukları çifte eğitimin de sayesinde üstün bir konuma geçen halkın bu eğitimli kesimindeki batıya karşı verilen ilk tepki medeniyet planında yenilginin kabul edilmesi ve dolayısıyla da batının getirdiği her türlü eleştiriye kucak açarak kendi toplumuna yabancılaşma şeklinde tezahür etmiştir. Yaşanan bu kırılma kendini ilk defa yine şiir alanında göstermiştir. Batıcılarda Namık Kemal ve Abdülhak Hamid’e hakim olan İslam’ın sosyal dünya görüşü yerini bencilce bir bireyciliğe, milli duygu ve hissiyat ise yerini çokkültürlülüğe bırakmıştır.

Batıcılık akımı ortaya çıkışı itibariyle ilk olarak Fransız Devrimi ve siyasi Liberalizm’in etkisi altındadır. Fransız Devrimi’nin devlete düşman olan tavrı benimsenerek, siyasi Liberalizm’in gereklerine verdikleri önem nispetinde kadim devlet düşüncesi terk edilmiş ve koşulsuz bir taklit duygusu ile en aşırı Parlamentarizm ve parti hakimiyeti kabul edilmiştir.

İktisat alanında da Liberalizm’in saiklerinden hareket eden Batıcılar “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesini ön planda tutarak Merkantilist politikalardan vazgeçilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Batıcılığın yarattığı bu kırılma neticesinde bütün değerlerin kıymetten düşmesiyle, ahlaki gevşeklik, dini kayıtsızlık ve siyasi ilgisizlik giderek halkta da etkisini göstermeye başlamıştır.

Ahmed Muhiddin’in ifadesiyle “Batıcılık bilim alanında birşeyler yapmış ve herşeyden evvel Avrupa medeniyetini Türkiye’de tam olarak tanıtmış olsa bile, nihai neticesi iktisadi-siyasi anarşi ve fikri uçurumdur.”

Ahmed Muhiddin ve Kültür Hareketi Üzerine Bir İnceleme (1)

Kültürel Dönüşüm

Türkiye’de 18. yüzyılın sonlarından itibaren öncelikle iç dinamiklerin etkisiyle bir kültür hareketi ortaya çıkmış, fikri ve kurumsal düzeyde kendini yenileme iradesinin dışavurumu niteliğindeki bu hareket, modern şiir tarafından başlatılan ve taşınan bir zihniyet ve fikir dönüşümüne yol açmıştır.

Başta Batı karşısında kültürel bağımsızlığını koruyan yerli ve İslami temellere sahip bu dönüşüm Batıcılık akımı ile bir kırılma yaşamış, ancak daha sonra önemini yitiren bu kırılmaya tepki olarak Milliyetçilik ve bugün İslamcılık denilen Ahmed Muhiddin’in ise Reformasyon demeyi tercih ettiği dini akım ortaya çıkmıştır.
Dönüşümün ana hususlarından biri insana ve akla verilen önemdir. Bu noktada Asıl İslam-Tarihi İslam ayrımına giderek yaşanagelen sorunun İslam’dan ziyade onun tarih içindeki uygulanışından ileri geldiğini fikrine varılıyor. Özellikle Reformasyon akımı bu bahsi oldukça önemsiyor ve farlı sebeplerle de olsa Milliyetçilerle beraberce Asıl İslam’a dönmek gerektiğini savunuyor. Böylece yeni kültür hareketi aklın yüceltilmesine verdiği önemle rasyonalist bir hüviyet kazanmış oluyor.
Yeni kültür hareketi ile dünyanın mükemmel olduğuna dair olan inanış yerini tekamül fikrine bırakıyor. Dünya hayatının küçümsenmesinin yaşanan geri kalmışlığın ve yenilginin önemli bir öncülü olduğuna dair inanç hakim hale geliyor.
Kültür hareketini anlamamız açısından önem arz eden bir diğer nokta ise kaderci anlayışa karşı takındığı tavırdır. Tarihi İslam’ın bir yanılgısı olarak görülen bu anlayış terk edilerek insanın göstereceği çabanın karşılığını mutlaka alacağına olan güven artıyor.

Yeni kültür hareketiyle beraber hürriyet fikri ve vatan düşüncesi etrafında millet düşüncesi de hakim hale geliyor. Ancak Milliyetçiliğin ortaya çıkışına kadar millet fikri ayakları yere basan bir kavram olmaktan ziyade belirsiz bir şekilde kullanılıyor.

Kültür hareketinin beraberinde getirdiği ve gerilime sebebiyet veren bir diğer husus ise yeni din anlayışı. Bu anlayış çerçevesinde dinin siyaset ve ahlakla ayrılmasının savunulur hale gelmesi özellikle muhafazakar çevrelerin tepkisiyle karşılaşıyor.
Din meselesini çözme arzusunda olan 3 temel yaklaşım bulunmaktadır; İslam’ı tarihsel şekli ile muhafaza etmek isteyen muhafazakarlar, İslam’ı sadece bir itikat-niyet dini haline getirip, onun siyasal ve sosyal düzenlemelerini kabul etmeyen Milliyetçiler ve Tarihi İslam’ı reddeden, İslam’ı ilk dönemdeki safi haline götürerek reforme etmek isteyen, bununla beraber İslam’ın sosyal ve siyasal düzenini de korumak isteyen “Reformatörler”.

Kadının toplumdaki yeri açısından da önemli bir değişim yaşanıyor. Özellikle Batıcılar bu noktada dönemleri itibariyle en radikal çıkışı yaparak, Türk kadınının Avrupalılaşmasının gerektiğini savunuyorlar. Bu kadar radikal olmamakla beraber diğer akımlar da özellikle çokeşlilik ve kadınların eğitimi noktasında önemli açılımlar yaparak kadının tarih boyunca gasp edilmiş haklarının artık iade edilmesi gerektiğini belirtiyorlar.

Yeni iktisat anlayışı çerçevesinde halkta da belirgin bir şekilde kazanç güdüsünün geliştiğinden hareketle, halk iktisadına geçişin emarelerinin Türk toplumunda da görülmeye başlandığına işaret ediliyor.

Hayat-Memat

Kafiyeli bir şiirin
Huzuruna inat
Serbest vezinde
Akarken hayat
Geriye kalan
Birkaç şaşkın surat...

-ki ızdırap içinde
ararken bir bahane
karşına çıkar fıtrat...

döner yaşlı ihtiyar
koca sarkaç elinde
bir ucunda elmazede...
memata inat hayat
güler yaşlı ihtiyar
hayata inat memat...

24 mayıs 2008
islambey

imza

bir imzanın arkasında ihanetten saklanırım
gece güne dönerken bir umut; aklanırım...

23 haziran 2008
islambey

inşirah

yağmur yağsa yine
semadan meleklerle
yürürken sahilde
inşirah dilimde
ellerim cebimde
bir an baksam göğe
yüküm hafiflese
gitsem meleklerle...

23 haziran 2008
islambey